Muvahhidler[1] -başta, kalıcı bir dünya barışı olmak üzere, insanın mutlu ve saygın yaşayabilmesi için muhtaç olduğu her şeyi ve gerekli ortamı sağlayacak- evrensel bir hayat rejiminin ancak tevhid temeli üzerinde kurulabileceğine inanmaktadırlar. Müslümanlar ise buna -kendi tarihlerinde- hiçbir zaman inanmamış, bundan sonra da -büyük ihtimalle- inanmamakta direneceklerdir.
***
Vurgulamak gerekir ki; -bu yüzden yakın gelecekte muhtemelen patlak verecek eylemleri ve yıkıcı sonuçlarını mümkün olduğunca önlemek bakımından- toplumun özellikle «aydın» diye nitelenen (?) kesimi, bu kavram hakkında –yeterli düzeyde- bilimsel donanıma kavuşmak zorundadır! Bu konuda olabilecek gecikmeler, şimdiden tahmin edilemeyecek sosyal patlamalara ve ağır yıkımlara yol açabilir.
****
Onun için, bugünün şartlarında tevhid muammasını Müslüman Türkiye halklarına açıklamaya kalkışmak, tahminlerin üzerinde çok büyük tehlikeleri davet edecektir. Çünkü böylesine cüretli bir girişim; dinini değiştirmesi için milyonlarca insana alenen çağrıda bulunmayı göze almak anlamına gelecektir!
***
Muvahhid alimlerin bir an önce el birliği ile bir konsey oluşturmaları şarttır.
Şu fikri açıp insanlığa servis etmek için.
Bu gün 2017 bilim ve teknolojinin açığa vurduğu şeyleri 1400 sene evvel Muhammed sas vahiy alarak bir çok şeyi ayet olarak açıklamıştır.
***
Zamanın akışı içinde kemikleşmiş olan bu zihniyeti kırmak ve Müslümanları İslam’la tanıştırmak pek kolay olmasa gerektir.
**
Bu davayı üstlenecek kişinin –her şeyden önce- iki niteliğe sahip olması şarttır: Bilgi ve cesaret.
FERİT AYDIN:TÜRKİYE’DE TEVHİDÎ HAREKET VE SEYRİ
«Tevhid» kavramı, bugünün Türkiye’sinde eskiye göre daha sık kullanılmaktadır. «Tevhidî Hareket» ise -siyasal bir oluşumu çağrıştırdığı için- çok yönlü olarak tartışılmaktadır.
«Tevhid» kavramı, bugünün Türkiye’sinde eskiye göre daha sık kullanılmaktadır. «Tevhidî Hareket» ise -siyasal bir oluşumu çağrıştırdığı için- çok yönlü olarak tartışılmaktadır.
Aslında «Tevhid» kavramı, -Türklerin «İslam’la tanıştıkları» tarihten bugüne kadar- ilk kez bu derece öne çıkmış bulunuyor. Bu nedenle toplumun, muhtemelen yüzde biri oranındaki bir kitle ancak günümüzde tevhid sözcüğünü duymuş olabilir. Bu ise şüphesiz çok ilginç ve önemli bir gelişmedir. Çünkü, İslam’la ta 700’lerin başında tanışmış olmalarına rağmen, o tarihten bugüne kadar (tevhid kavramı), Türk muhitlerinde sadece medrese duvarları arasında işlendi. Toplumun tabanı ise bu uzun süre içerisinde tevhid kelimesini çok nadir hallerde duydu. Bu sözcük, yüzyıllar boyu ancak camilerde ve «Kelime-i tevhid» cümlesi içinde telaffuz edildi.
Hatırlatmak gerekir ki –neredeyse bin yıldır gecikmiş bulunan- bu algı, İslam’ın Türkler arasında öteden beri «Müslümanlık» olarak yapılanmış olmasıyla ilişkilidir. Ancak yine önemle hatırlatmak gerekir ki İslam ve Müslümanlık çok ayrı şeylerdir. Bu gerçeğin ancak son yıllarda anlaşılması ve tartışmaya açılması ise bugüne kadar doğurmuş olduğu sonuçları hiçbir şekilde artık değiştirmeyecek ve değiştiremeyecektir.
Tevhidle ilgili olarak -Türkiye kültüründe- bundan sonra da hemen hemen değişmeyecek veya zor değişebilecek çok şey vardır. Bunların başında; Müslüman Türkiyelilerin tevhid kavramını -Kur’an ve Sünnet çerçevesinde- kolay kolay anlamak istemeyecekleri noktası gelmektedir. Nitekim Türkiye’deki tevhidî harekete karşı çeşitli şiddette ve farklı doğrultularda tepkiler beklenebilir.
Örneğin; Muvahhidler[1] -başta, kalıcı bir dünya barışı olmak üzere, insanın mutlu ve saygın yaşayabilmesi için muhtaç olduğu her şeyi ve gerekli ortamı sağlayacak- evrensel bir hayat rejiminin ancak tevhid temeli üzerinde kurulabileceğine inanmaktadırlar. Müslümanlar ise buna -kendi tarihlerinde- hiçbir zaman inanmamış, bundan sonra da -büyük ihtimalle- inanmamakta direneceklerdir.
Burada önemle vurgulanması gereken bir nokta vardır; İslam ile «Müslümanlık» kavramları arasındaki farkı mümkün olduğunca anlayabilmek için, bilhassa yukarıdaki satırlarda özetlenen: -Mü’min ile Müslüman kişi arasındaki- temel anlayış farkı üzerinde dikkatle yoğunlaşmak gerekir.
Tevhid sözcüğüne gelince bu kavram, sadece «Allah vardır ve birdir» demekten ibaret değildir. Bununla birlikte, -eşi, benzeri, ortağı ve hiçbir eksiği bulunmayan, tapılmaya tek başına layık ve başına buyruk; kâinatın yegâne yaratıcısı ve yönlendiricisi olan- Allah’a ve Onun birliğine, -asla ortak koşmadan- içtenlikle inanmaktır. Vicdanda gerçekleşen bu köklü kabul ve doyum haline «İMAN» denir.
Bu anlamıyla tevhid; insanoğlunu -rüşt yaşından bile çok önce- meşgul edebilen ve ona ilk görevini hatırlatan evrensel bir inanç sisteminin hem sembolüdür, hem de kişinin, -ömrü boyunca sergilemek zorunda olduğu- en doğal ve en insancıl davranış biçimlerini belirleyen hayat rejiminin temel taşıdır.[2]
***
Türkiye toplumunun yakın geçmişte çözülme sürecine girerek karşıt kamplara bölünmesi, yaklaşık on yıl öncesine kadar –daha çok- etnik, mistik ve ideolojik nedenlere bağlanabilirdi. Ancak -evrensel bir mahiyet taşıyan, bu yüzden inanç ve düşünceyi diyalektik boyutlarda etkilemeye başlayan- yeni bir konu daha -son yıllarda- bu nedenlere katılmış ve kendini topluma dayatmış bulunmaktadır ki buna «Tevhid problematiği» adını verebiliriz. Ne var ki Türkiye’de -azımsanmaması gereken-politeist-Müslüman kalabalığın[3], -ilk kez yüz yüze geldiği- bu sorunu -bilimsel bir kavrayış gücüyle- algılamaya hazır olduğunu söylemek gerçeği yansıtmayacaktır. Onun için bu konu, son yıllarda çözümsüz tartışmalara neden olmuş, hatta tehlikeli gelişmelere yol açacak bir mesele haline gelmiştir.
Vurgulamak gerekir ki; -bu yüzden yakın gelecekte muhtemelen patlak verecek eylemleri ve yıkıcı sonuçlarını mümkün olduğunca önlemek bakımından- toplumun özellikle «aydın» diye nitelenen (?) kesimi, bu kavram hakkında –yeterli düzeyde- bilimsel donanıma kavuşmak zorundadır! Bu konuda olabilecek gecikmeler, şimdiden tahmin edilemeyecek sosyal patlamalara ve ağır yıkımlara yol açabilir.
Bunun nedeni çok açıktır; her şeyden önce Türkiye’nin tarihi serüveni, jeopolitik konumu -şaibeli bir din anlayışı olan- Müslümanlık, ve «İslam Dünyası»’nın bu ülkeye bakış açısı hesaba katıldığında; şirk[4] krizi eğer bu coğrafyada meçhul ya da ehil olmayan eller tarafından yönetilmeye kalkışılacak olursa –ki bulgular bunu güçlendiriyor- meydana gelebilecek kaosun ve kanlı savaşların ülkeyi ve toplumu nereye sürükleyeceğini şimdiden tahmin etmek imkânsızdır. Onun için, -politeizmi kışkırtan odaklara ve düşüncelere karşı önlem almak amacıyla- şirk ve tevhid sorunlarının akademik forumlarda ele alınması, bu suretle sağlanacak bilgilerle ve çözüm önerileriyle siyasi ve askeri otoritelerin -gecikmeden- bilgilendirilmesi önem taşımaktadır. Bu konuda, özellikle siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları büyük sorumluluk taşımaktadırlar.
Bu ilgiyle vurgulamak gerekir ki; İslam’ın tebliğ ve davet ilkeleri gereğince aşağıda sunulacak özet, fakat çok önemli tanım ve açıklamalar, -mevcut inanç ve düşünce krizinin yönetilmesi ve gelecekte yaşanabilecek acıların nispeten önlenebilmesi için katkı sunmak gibi- önemli bir amaca hizmet etmektedir. Dolayısıyla bu bilgilere, -yalnızca siyasi yönetimler, kurum ve kuruluşlar değil-, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan reşit her insan muhataptır. Keza, ülkemizin ve toplumumuzun (hatta bir buçuk milyar müslümanın da) esenliği açısından bu bilgilerle donanmak ve onları başkalarına devretmek gibi bir sorumluluk söz konusudur. İşte o bilgiler;
Önce tevhid kavramının tanımıyla başlayalım:
Tevhid, Arapça bir kelimedir. Sözlükte: birlemek, bir şeyin tek olduğunu söylemek demektir. Birleştirmek anlamında da kullanılır. Tevhide aykırı inancın adı şirktir.
Tevhid sözcüğü, İslam’da akaid ve kelam ilminin en önemli terimlerindendir. Bu ilim dalının eksenini oluşturmaktadır. Öyle ki akaid konusunda her ne konuşulsa ve tartışılsa, -mutlak surette- bu terimle doğrudan ilişkilidir. Onun bir ayrıntısıdır. Bu nedenle tevhidin terimsel anlamı üzerinde kısa da olsa biraz durmak gerekir.
Tevhid, (yukarıda kısaca değinildiği üzere): Yalnız başına ve kayıtsız şartsız, tapılmaya değer; -eşsiz, benzersiz, başlangıçsız, sonsuz, ortaksız, eksiksiz ve aşkın bir tek yaratıcı olarak- Allah’a ve O’nun birliğine: -Kur’an ve Sünnetin açıklamaları çerçevesinde- katıksız, şaibesiz ve içtenlikle inanmak ve bu inancı açıkça ifade etmektir. Tevhidin, hemen hemen en kısa ve açık tanımı budur. Ana çerçevesi bu özet tanımda ifadesini bulan tevhid inancı (Müslümanlığın dğil!), İslam dininin temel taşıdır.
İslam –semavi bir din olarak- böyle özgün bir inançsal temele dayanmaktadır. Onun için her şeyden önce bu özelliği ile bütün dinlerden ayrılmaktadır. Nitekim –Müslümanlık da dahil-, kuralları arasında tevhid inancına (yukarıdaki orijinal tanımıyla yer vermedikleri için) bütün dinler, İslam’dan kesin surette ayrılmaktadırlar. Bu nedenledir ki -maalesef asırlardır İslam’la karıştırılmakta olan- Müslümanlığın, temelde İslam’la hiçbir ilişkisi yoktur. Bu iki farklı dini anlayış birbirine karıştırıldığı için de yüzyıllardır Ortadoğu halkları arasında akıl almaz bir din ve düşünce anarşisi yaşanmış, bu ise son bin yıldır İslam vatanı üzerinde kanlı çatışmalara, isyanlara ve iç savaşlara neden olmuş, yıkıcı etkiler bırakmıştır. Bu kaos, halen devam etmektedir. Çünkü Müslümanlık, tevhid inancı üzerinde temellendirilmediği için bu dine bağlı mistik cemaatler (tarikatçılar), dindarlıkları farklı gruplar, etnik kitleler ve çeşitli ideolojilere angaje olmuş Müslüman kişiler ve kamplar arasında sürekli çatışmalar yaşanmaktadır.
Örneğin, Türkiye’deki Nakşibendi cemaatlerinin tümü, (İslam’ın değil, tam tersine) Müslümanlığın yorumlarından doğmuştur. Keza Türk, Kürt, Zaza, Arap, Laz, Çerkez, Gürcü ve Boşnak gibi farklı etnik kökenlerden gelen Türkiyelilerin –aynı şekilde- tamamı Müslümandır. Bu bir yana, Türkiyeli hemen bütün Sünni Hanifistlerin, Alevilerin, Kemalistlerin, sağcıların, hatta solcuların bile önemli bir kısmı –bazı münasebetlerle- Müslüman olduklarını ifade etmektedirler. Oysa bu çeşitli dinsel, mistik ve ideolojik kamplar arasında –düşünsel ve inançsal aidiyetleri bakımından tarife sığmaz- o kadar çok aykırılıklar ve çatışmalar vardır ki (bir şirk dini olan demokrasiden ve atalar dini olan Müslümanlıktan başka) hiçbir ortak bağları yoktur. Ancak bu iki din de onları hiçbir zaman birleştirememiştir. İslam’a bağlı Müslim-Mü’min azınlık arasında da elbette ki çeşitli uzlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Ancak bu küçük (tevhidî) kitle içinde yer alanlar her türlü ihtilafa rağmen Kitap ve Sünnet’in hakemliğinde birbiriyle diyalog kurma imkanına her zaman sahiptirler. Oysa Müslümanlar arasında kolayca diyalog kurulamamaktadır. Çünkü Müslüman gruplar arasında ortak bir iman kurumu mevcut değildir. Bu nedenle İslam’ın bir vahdet (birlik) dini, Müslümanlığın ise uzlaşmazlık ve çatışma dini olarak birbirinden oldukça uzak iki farklı inançsal kurum olduklarını söylemek belgesel bir realitedir.
Bu tespit, bir muammaya burada dokunmamızı gerektirmektedir. O da şudur; Yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan kitleler tarafından İslam -bir hayat nizamı olarak- ilk defa tartışılmaktadır. Asırlardır Müslümanlığın gölgesinde kalan İslam, -teknolojinin sağladığı hız ve iletişim sayesinde- ancak çağımızda gündeme taşınabilmiştir. Bu ise kuşkusuz çok önemli bir hadisedir. Bu gerçeği dillendirmek, zorunlu olarak dikkatlerimizi bin yıl öncesine çevirecek, -bizi muhtemelen bir yığın sorunla karşı karşıya bırakırken- tabiatıyla çeşitli tepkilere de neden olacaktır. Ancak tevhid ilgisiyle İslam muammasından söz ederken şu tarihsel zincirleme gerçekleri de aynı zamanda hepimiz hatırlamak zorundayız;
Zerdüşizm’in derin etkisini –İslamî dönemde de- yaşayan İranlılar, -Araplar dışındaki- Ortadoğulu halkları 1500 yıldır köklü bir etki altında tutmaktadır; Orta Asya’dan koparak İran üzerinden Anadolu’ya akarken Türkler, -asırlarca kaldıkları- bu ülkede yerli halktan aldıkları Zerdüşist-Pers kültürünü eski dinsel kültürleriyle sentezlediler ve yönettikleri Müslüman-etnik azınlıkları da bu karma kültürle yönlendirmeye başladılar.
Hatırlamak zorunda olduğumuz çok önemli bir tarihi gerçek daha vardır ki o da şudur: Hem –hakim zümre olarak- Türkler, hem de yönettikleri Kürt, Arap ve diğer azınlıklar, yüzyıllar boyunca okuma-yazmaya önem vermedikleri için; üstelik -sırf Arap dil gramerini ezberletmeye dayalı ilkel medrese eğitim tarzının baskısı altında- Arapça’yı bir bilim ve iletişim dili olarak kullanamadıkları için İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnetle -tarihin hiçbir döneminde- doğrudan yüzleşememişlerdir.
İşte bütün bu faktörler üzerinde –çok yönlü olarak- yoğunlaştığımız zaman görmüş oluruz ki: -biraz önce sıralanan nedenlerin ötesinde- Maveraünnehr’in fethedilmeye başladığı 707 yıllarından günümüze kadar, gerek İranlıların yönlendirmesiyle, gerek –mahiyetleri meçhul kalmış- birçok yer altı faaliyetleriyle, gerekse 1300 yıl boyunca kurulmuş olan yüzlerce tarikatın sağladığı katkılarla Müslümanlık, -İslam’a ve tevhide karşı güçlü bir kalkan niteliğinde- senkretik karakterini çağımıza kadar koruyabilmiştir. Nitekim Osmanlı bürokrasisi, Müslümanlığın bir gün İslam’a dönüşmesi ihtimaline karşı yüzyıllar boyu güçlü bir refleksle adeta alarm halinde bulunmuş, tarikatlara verdiği sürekli destekle bu tutumunu açık şekilde sergilemiştir. Tabiatıyla tarikatlar da yönetimi daima desteklemiş, böylece her iki taraf, karşılıklı yardımlaşmanın ürünlerini birlikte devşirmişlerdir. Bazı araştırmacıların iddiasına göre aslında «Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesine çıkaran güç, tarikatlardır»[5]
Onun için, bugünün şartlarında tevhid muammasını Müslüman Türkiye halklarına açıklamaya kalkışmak, tahminlerin üzerinde çok büyük tehlikeleri davet edecektir. Çünkü böylesine cüretli bir girişim; dinini değiştirmesi için milyonlarca insana alenen çağrıda bulunmayı göze almak anlamına gelecektir! Bu ilgiyle hemen hatırlatmak gerekir ki; «İslam Tarihi»’nde meydana gelmiş bu tür girişimler daima ağır tepkilerle karşılanmış ve çok sürmeden bastırılmıştır. «Kadızadeler Hadisesi» bunun çarpıcı bir örneğidir. İlginçtir ki peygamberlerin bile büyük bir kaygı ve ihtiyatla üstlendikleri bu ağır davaya günümüzde sahiplenmiş bazı kişiler; hiç çekinmeden ve hatta hiç bir tedbir almadan, üstelik İslam’ın tarihsel serüveni hakkında güçlü ve ayrıntılı bilgilerden de yoksun bulunan bazı kimseler, aniden ortalığa çıkıvermişlerdir. Doğrusu bu hamasi hamleler onlara yaramadığı gibi muvahhid azınlığın da güçlü şirk kampları tarafından linç edilmesine sebep olmuştur.
Günümüzün nevzuhur tevhid çağrıcıları esasen birçok gerçeğin farkında değildirler. Yalnızca samimi olmak, biraz okur-yazar olmak, hatta araştırmacı, akademisyen veya medreseli bir molla olmak, bu dava için yeterli değildir. Milyonlarca insanın bugün İslam’ı Müslümanlıkla karıştırıyor olmasının çok boyutlu bir arka planı vardır. Bu arka plan hakkında yeterli bilgilere sahip olmadan ve peygamberî metotla yola çıkılmadan cahilî bir topluma tevhid mesajlarını vermeye kalkışmak, bu davaya hizmet etmek şöyle dursun onu -bilinçsizce- baltalamak olur. Bu hizmet için her şeyden önce hastalığın teşhisi gerekmektedir. Türlü türlü cahiliye hastalıklarıyla yüzyıllardır vicdan felci yaşayan özürlü bir topluma evvela acımak gerekir. Sonra onun tarihine, sosyolojisine, diline, ananesine, dünyaya bakış açısına, eski dinlerinden neler taşıyıp getirdiğine bakmak gerekir. Bu konuda örneğin İbn Fadlan’ın seyahatnamesine biraz göz gezdirmek bile geçmişin, çeşitli kisveler içinde bugüne nasıl aktarıldığını görmek bakımından yararlı olur. Hem sonra bu topluma bin yıl önce İslam’ı kim ya da kimler anlattı? O günün davetçileri gerçekten İslam, Kitap ve Sünnet hakkında yeterli bilgilere sahip mi idiler? Bu davetçiler kimlerdir? Bunların adları, kimlikleri ve mesleki formasyonları hakkında açık ve ayrıntılı bilgiler var mı?.. Bu konuda güvenilir kaynaklara ve ayrıntılı bilgilere ulaşılmadan atılacak adımların çok yanıltıcı olacağı ve büyük yanlışlıklara, hatta tehlikelere ve yıkımlara yol açacağı çok muhtemeldir.
Ciddiyetle hatırlatmak lâzımdır ki bir inanç sistemi olarak tevhid, çok nazik bir anlam taşıdığı gibi dünyadaki bütün inanç kurumlarından farklı olarak yerleştiği vicdana oldukça ağır sorumluluklar yükler. Dolayısıyla vicdanında böyle bir inancı taşıyan kişi ile muhatabı -eğer herhangi bir nedenle- birbirini anlamayacak olurlarsa aralarındaki ilişkiler çok talihsiz sonuçlar doğurabilir! Unutmamak gerekir ki toplumda bu temel inancın ne kadar önemli olduğunu bilen çok az insan vardır. Bunlara mü’min ve Müslim denir. Bunlar ehl-i tevhiddir; Allahın birliği inancına -katıksız, şaibesiz ve tavizsiz olarak bağlı- küçük bir zümredir.
Günümüzün Türkiye toplumu -ne yazık ki- bu gerçekten habersizdir. Oysa bu hayırlı azınlık halkımızın, -çok fahiş ve yoğun şekilde işlediği- şirk suçlarından arınmasını, bir an önce İslam’la tanışarak evrensel bir hayat nizamına kavuşmasını arzu etmekte ve bu büyük dava için çaba harcamaktadır. İlginçtir ki devleti yöneten elit zümreler -Tevhid inancına yabancı oldukları, üstelik bu ciddi konuda gerekli temel bilgilerden yoksun bulundukları için- ülkemizdeki mü’min azınlık hakkında önyargılıdırlar. Yaptırım gücüne sahip yargı ve güvenlik güçlerinin başında bulunan sorumlular -bu önyargıdan hareket ederek-, tevhidî topluluğu eğer anarşi ve terör örgütleriyle bilinçsizce bir tutar, ya da bilinçli olarak bu iki kesimi birbirine karıştırmaya kalkışacak olurlarsa büyük vebal altında kalacaklarını ve bunun çok ağır yıkımlara neden olabileceğini tahmin etmeleri elzemdir.
Tevhid davetçilerinin de elbette dikkatli olmaları gerekir. Onların, muhataplarından çok daha sorumlu olduklarını bu ilgiyle vurgulamak lazımdır. Çünkü Muvahhid kişinin; (dini, felsefi, ahlaki, siyasi ve sosyolojik konularda çok birikimli, aydın, kültürlü, bilinçli, nezih, şiddetin her türlüsünden uzak, -aynı zamanda- yaşantısı ve davranışları bakımından örnek ve) yetkili bir şahsiyet olduğu varsayılır. Dolayısıyla böyle bir formasyona sahip bulunmayan ancak muvahhid olduğunu ileri süren her insanın başkalarını tevhide davet etmesi oldukça riskli bir davranış olur. Onun için İslam’ın temel değerlerine iman ve amel planında içtenlikle bağlı, ancak bilgisi sınırlı muvahhidlerin davet ve tebliğ konusunda görevi daima ehline havale etmeleri şarttır.
Son derece önemli olan bu rehberlik bilgileri, -ne yazık ki- Türkiye’de yazılan Akaid kitaplarında yer almadığı için, çok tanrılı Müslümanların İslam’a davet edilmesi ya da onların ıslahı için atılan adımlar sırasında büyük hatalar işlenmektedir. Bu hataların belki de en büyüğü; davetçi muvahhidin, her politeist-Müslümanı mü’min sanarak ona karşı ilgi duyuyor olmasıdır. Bu büyük bir yanlışlıktır. Halbuki eğer onu –daha başta- bir Yahudi, bir Hıristiyan, bir Yezidi veya bir Mecusi gibi görmeye çalışacak olsa –her şeyden önce- bu kişiyi muhatap alıp alamayacağı konusunda isabetli bir karar verebilir. Ne var ki günümüzde ortalıkta boy gösteren tevhid çağrıcıları bu ülkede işlenen küfür suçlarına karşı doğrudan kendilerini sorumlu tutuyor, bu yetmiyormuş gibi Müslümanları İslam’la ilişkilendirerek, -onları İslam Ümmetinin bir parçası sayarak-, kendilerine vazife çıkarmaktadırlar! Bu durum, tevhidi hareketin Türkiye’de çok yeni bir hadise olmasından ve Muvahhid davetçilerin -cihad usulü, çağrı metotları ve küfürle mücadele stratejileri konusunda- henüz gereken birikim ve deneyime sahip bulunmadıklarından kaynaklanmaktadır.
Her şeyden önce şu önemli nokta üzerinde yoğunlaşmak gerekir; kişi eğer –İslam’a aidiyetini kastederek- kendini «Müslüman» diye tanıtıyor, fakat -mü’min ya da Müslim olduğunu söylemek yerine- «Müslüman» olduğunu ifade ediyor, hatta Müslümanlığı İslam’la karıştırıyor, buna rağmen Kur’an ve Sünnetin bütünlüğüne inanıyor ise onu tekfir etmek -en azından- çok acele verilmiş bir karar olur. Evet hiç kuşkusuz, İslam’ın adı «tevqifî» bir mahiyet taşır; bu husus kesin bir kanundur. Çünkü ayet ile sabittir.[6] Dolayısıyla İslam’ı başka bir isimle değiştirmek imanın zevaline neden olur! Ancak, bilgisizlik sonucu eğer kişi bu hatayı işliyorsa onu -İslam’a davet etmeden önce- hikmetle kendisini aydınlatmak gerekir. Daha doğrusu; bu ve benzeri birçok tehlikeli şirk sembolleri hakkında toplumu bilgilendirmek için Muvahhid alimlerin bir an önce el birliği ile bir konsey oluşturmaları şarttır.
Unutulmamalıdır ki her dinin, hatta her özgün felsefe ve düşüncenin uğradığı bir son vardır; tahrife uğramak (yani çarpıtılmak) ve yozlaşmak.. Evrensel bir inanç sistemi, eşsiz bir yönetim ve yaşam nizamı olan İslam da böyle bir akıbete uğramış, (teoride değil), fakat uygulamada inanılmaz derecede çarpıtılmıştır. İslam’a ait değerlerden birçoğu alınarak başka dinlerin gelenek ve ibadet şekilleriyle birleştirilmiş, bu suretle tarikatlar, batıl mezhepler, hatta dinler kurulmuştur.[7] Bunu fark eden İslam alimleri her asırda seslerini yükselterek İslam’ın tahrip edilmesine karşı çıkmışlardır. Çağımızda da böyle bir hareket vardır. Bu uyanışa hayatlarını adamış olan günümüzün Muvahhidleri tevhidin aksi olan şirke karşı mücadele vermektedirler. Bu inanç ve ahlak felaketi hakkında toplumları aydınlatmaya çalışmaktadırlar. Ancak neredeyse 1500 yıllık «İslam Tarihi»’nin en az 1300 yılı boyunca uzun bir kopukluluk, -bir fetret dönemi- yaşanmıştır. Bu süre içinde peydahlanan (Mutezilîlik, Cehmilik, Haricilik, İrca, Şiilik, Müslümanlık, Tasavvuf ve Tarikatçılık gibi) sapkın düşünce akımları yüzünden kanlı savaşlar ve yıkımlar yaşanmış, İslam’a mensup olduklarını ileri süren toplumların bu dinle -gerçek anlamda- hemen hiçbir ilişkileri kalmamıştır. Bu manzara karşısında sorumluluk duyan mü’min bir azınlık çağımızda insanlığı İslam’la yeniden tanıştırmak gibi çok ağır bir sorumluluk üstlenmiş bulunmaktadırlar.
Tevhide davet için, toplumun önce bugünkü sosyolojik görüntüsüne bakarak hastalığın teşhisi için ilk adımların atılması zaruridir. Hatırdan asla çıkarmamak gerekir ki; dev gibi salatin camilerinin heybetli yapılarına, günde beş vakit minarelerden yükselen havalı ezan seslerine, kalabalık Cuma ve bayram namazlarına bakarak Türkiye’de İslam’ı Müslümanlıkla karıştırmak -Kur’an ve Sünnet’in insanlığa sunduğu tevhid mesajlarından habersiz- milyonlarca insan için son derece kolaydır. Bu tarihi gerçek, aslında yüzyıllardan beri yaşanmaktadır. Zamanın akışı içinde kemikleşmiş olan bu zihniyeti kırmak ve Müslümanları İslam’la tanıştırmak pek kolay olmasa gerektir.
***
Tavhide Çağrının Önündeki Engeller ve Tehlikeler
İnsanları Allah’ın birliğine inandırmaya çalışmak çok zor ve tehlikelerle dolu bir iştir. Bunu anlayabilmek için peygamberlerin hayatını biraz araştırmak yeterlidir. Onların nasıl alaya alındıkları, ne büyük acılara ve işkencelere maruz kaldıkları, birçoğunun nasıl suikastlara uğradığı ve bazılarının nasıl şehit edildiği, insanlık tarihinin ibretlerle dolu olaylarının başında yer alır. Bu davayı üstlenecek kişinin –her şeyden önce- iki niteliğe sahip olması şarttır: Bilgi ve cesaret.
Dikkatler -her nedense- bu nokta üzerinde yoğunlaşmadığı için günümüzde birçok insan, yeterli bilgi donanımına sahip olmadan sırf hamasi duygularla bu davayı üstlenmeye kalkışmaktadır. Bu yüzden hem kendisi büyük tehlikelerle karşılaşmakta hem de muvahhid azınlığın yönetim ve toplum tarafından ezilmesine neden olmaktadır.
Unutulmamalıdır ki insanlara niçin yaratıldıklarını hatırlatmak kadar zor ve tehlikeli bir görev yoktur. Çünkü bu uyarıyı alan insanoğlu, çeşitli zaafları yüzünden kâinatın üzerindeki muazzam otorite karşısında küçülüp eridiğini sezer, buna dayanamaz. Onun için ilginç tepkiler gösterir; kimisi bu otoriteyi inkâr etmeye kalkışarak, kimisi de çeşitli bahanelere ve ilâhlara sığınarak dikkatini başka yönlere çevirir.
Bu ikinci türden tepki gösterenler arasında dindarların, özellikle tarikatçıların sergilediği tutum ve tavırlar sosyologları, psikologları ve psikiyatri uzmanlarını meşgul edecek nitelikler taşır. Nedeni şudur:
Bu konuda yapacağınız en nazik bir hatırlatma bile onları -temel haklarının başında gelen- özgürlük talebi noktasında ürkütebilir, onları tereddütlere sevk edebilir. Nitekim bir insana, özgür olması gerektiğini hatırlattığınız zaman o, -kendisine saygısızlık ettiğinizden- kuşkulanabilir. Bu olasılık çok yüksektir. Çünkü bu konudaki uyarınız veya tavsiyeleriniz onu üç engel arasında sıkıştırır; yasalar, gelenekler ve çıkar. O, bu üç engeli aşmayı göze alamadıkça tavsiyelerinize ve çağrılarınıza ciddiyetle itibar etmeyeceği gibi, tuzağa düşürülmekten veya kendisine saygısızlık ettiğinizden kuşkulanarak size karşı tavır da alabilir.
Bu varsayımlardan yola çıkarak önemle hatırlatmak gerekir ki; -Kur’an’daki tevhid çerçevesinde- Türkiye’de insanları Allah Tealâ’nın var ve bir olduğuna, inandırmaya davet eden kişi eğer temkinli ve tedbirli davranmaz olursa büyük sorunlarla karşılaşabilir. Çünkü bu toplumun büyük çoğunluğu, (Allah’ın varlığına ve birliğine inandığını, sözleriyle, ibadetleriyle ve dualarıyla sıkça ve coşkulu bir şekilde sergiliyor ise de) bu inanış biçimi Kur’an’daki tevhidle örtüşmemektedir! Toplumun büyük çoğunluğu -örneğin; anayasa koymak gibi- Allah Teala’ya mahsus bazı sıfatları O’ndan başkasına da vermektedir. Ezcümle; bugün Türkiye’de Tarikat şeyhinin, -Allah Teala’nın haşa! Yeryüzünde- vekili olduğuna inanan milyonlarca insan vardır.[8] Dolayısıyla, davetçi, dilediği kadar Akaid ve Kur’an ilimlerinde geniş bilgilere sahip bulunuyor olsun; aynı zamanda felsefe, tasavvuf, sosyoloji, dinler ve mezhepler tarihi, siyaset bilimi ve toplum psikolojisi konularında eğer uzmanlık bilgilerine sahip değilse; üstelik bu alanların muvahhid uzmanlarından destek almıyor veya alamıyorsa; istişare yapmıyorsa; bununla birlikte çağı okuyabilecek geniş bilgi ve kültür birikimine sahip değilse; -büyük ihtimalle- üstlendiği görevin altında ezilir; aynı zamanda muvahhid azınlığı tehlikelerin içine bilinçsizce sürükleyebilir.
Tevhid davetçisi, karşısına çıkabilecek engellerin neler olduğunu önceden tespit etmek ve ona göre hazırlanmak zorundadır. Allah’a büyük bir coşku içinde ibadet ederlerken insanların neden aynı zamanda O’na ortak koştuklarını anlamak davetçinin ilk görevidir. Örneğin namaz kılan, oruç tutan, hacca giden ve zekât veren tarikatçı bir Müslümanın nasıl olur da aynı zamanda mezarlara, türbelere, «evliyalar»a ve tarikat şeyhlerine taptığını anlamak gerekir. Aynı şekilde namaz kılan, oruç tutan, hacca giden ve zekât veren Kemalist bir Müslümanın, bütün bu ibadetleri –sözde- Allah’a kul olarak yerine getirirken aynı zamanda Mustafa Kemal’i (bir kahraman ve lider olmanın çok ötesinde), nasıl olur da Allah’a ortak koştuğunu iyice araştırmak lâzımdır. Bu çözümsüzlüğün en ilginç yanı; -örnekte görüldüğü üzere- ne tarikatçının, ne de Kemalist’in, kendini müşrik saymadıkları, -tam tersine- birer mü’min olduklarına inanmış olmalarıdır. Bu hastalıklı ruhun yaygın olduğu bir toplumda insanları Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya çağırmak şöyle dursun, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış bir insan olarak yaşayabilmek bile bir mucize gibidir.
Nitekim yakın geçmişte; Türkiye’nin göbeğinde putlara tapınan birlerce insana büyük bir cesaretle; «Allah’tan başkasına tapmamaları» çağrısında bulunan bir mü’min linç edildi, ağır işkencelere maruz kaldı ve –muhtemelen vücuduna zerk edilen bir maddenin etkisiyle- akli dengesini yitirdi! İlginçtir ki yüksek statüye sahip bir «devlet adamı» bu mü’min kişiyi «meczup» diye niteleyerek suçladı. Bu şahıs, bizzat kendisinin ruhsal bir girdap içinde olduğunun -muhtemelen- farkında değildi.
Keza; devlet adamlarının ve büyük kalabalıkların, zaman zaman Mustafa Kemal’in mezarına akın ettiklerini görürsünüz; yaşadığımız şu uzay çağında, insanın aklını donduran yalnızca bu ilkel animizm örneğine bakıldığında bile Türkiye’de insanları Allah’ın birliğine inandırmaya niyetlenen kimsenin ne çetin bir sınavla karşı karşıya bulunduğunu ve ne korkunç tehlikelerle sarılı olduğunu kestirmek mümkündür. Şu var ki davetçinin öğrenmek zorunda olduğu daha birçok şey vardır.
Meselâ davetçi, yukarıdaki örnekte sözü edilen tarikatçı ya da Kemalist muhatabının; (acaba bilgisizlik nedeniyle mi, tevhid ehline karşı sırf inat olsun diye Allah’a -bilinçli olarak- başkaldırmak istediği için mi, yoksa beyni yıkanmış olduğundan mı) bu ağır suçu işlediğini öğrenmek zorundadır. Çünkü müşrik kimse için bu üç ihtimalden en az biri söz konusudur ve çünkü bu hastalıkların her birinin tedavi şekli farklı olsa gerektir.
Görüldüğü üzere müşrik insanın, bu cinayeti işliyor olmasının arkasındaki nedenler en azından bu kadar çeşitlenmektedir. Bunlar insanoğlunun vicdanına musallat olan birer mikroba, birer virüse ya da psikolojik paradokslara benzetilebilirler. Nitekim -Nakşibendilikteki gibi- şartlandırıcı mistik telkinler, tutkuya dönüştürülmüş saplantılar, bilgisizlik komplikasyonlarından kaynaklanan çeşitli zihinsel sorunlar, hipnotik yönlendirmelerle bilinçaltına yerleştirilen paranoid duygular -yalnızca birer ruhsal bunalım olarak değil, aynı zamanda- birer iman ve ahlak hastalığı olarak da ortaya çıkabilirler. Bunlar tevhid davetçisi için büyük önem taşır. Bu hastalıklardan biriyle malul bulunan kimsenin reşit ve mükellef olup olmadığı nasıl tespit edilebilir? Bu konuda kim ya da kimler merci kabul edilebilir? Davetçi bunları öğrenmek ve bilmek zorundadır. Örneğin bilgisiz bir tarikatçının ıslahını, ahlakçı ve nasihatçı olarak yetişmiş bir İslam alimi üstlenebilir. Ne yazık ki böyle bir branşa, Türkiye’deki eğitim sisteminde yer verilmemiştir. Türk din adamlarının hemen tümü -maalesef- tarikatçı ve efsanecidir. Dolayısıyla onlara böyle bir görevin yöneltilmesi tevhidi ilkeler bakımından esasen imkansızdır.
Tervhide ve tevhid ehline karşı düşmanlık ve intikam duyguları aşılanmış, inat psikozu ile malul tarikatçı bir hastanın; ayrıca Kur’an kursları ve tekkemsi mekânlarda rabıta, sema ve «hu çekme» ayinleri gibi -periyotlarla yıllarca sürdürülen- mistik ritüeller sırasında şartlandırılmış ve zihin dünyası bulandırılmış mollanın; keza yıllarca Kemalizm’in andını heykel karşısında tekrarlayarak robot bir müşrik haline gelmiş psikotik hastanın tedavisi çok zor ve çoğu kez imkânsızdır. Günümüzde sayıları milyonları bulan bu tip hastaların tedavisi her şeyden önce -çok kaliteli bir aile içi eğitimi ile yetişmiş, bağımsız bir ruh yapısına sahip, tevhid aydınlığından nasip almış, meydan çalışmalarıyla deneyim kazanmış, kendi branşında başarılı, doyumlu ve birikimli- akademisyen uzmanlara havale edilmelidir. Ancak Türkiye’de bu formasyona sahip tek bir hekimin bile bulunduğuna ilişkin herhangi bir bilgi mevcut değildir. Aynı zamanda Türkiye’yi yöneten bizzat üst akıl, mistik dindarlığın etkisi altında bulunduğu için toplumdaki bu rahatsızlığı ya görememekte, ya da görmezden gelmektedir. Nitekim, Türkiye halkının, sofu ruhlu bir toplum olduğunu bilen sağlık otoriteleri bile -büyük ihtimalle- bu klinik tablonun müzminleşmiş olduğunu ve kolayca değiştirilemeyeceğini bildikleri için temkinli davranarak şimdilik manzarayı seyretmekle yetinmeyi tercih etmektedirler. Örneğin Türk Tabipler birliği -ne yazık ki- böyle bir tutum içindedir! Bu ise vahim bir durumdur.
Bu manzara karşısında muvahhid insanın psikolojik durumu büyük önem taşır. Bu tablo, Türkiye halkının esasen bir şirk toplumu olduğu hakkında onu kuşkuya düşürebilir, onu ürkütebilir, hatta reflekslerini şiddet yönünde tetikleyebilir! İşte bu çok tehlikelidir! Unutmamak gerekir ki hemen bütün peygamberler vahye muhatap oldukları ilk günlerinde birer şirk toplumu içinde bulunmuşlardır. Hayatı paylaştıkları kalabalıkların hiç biri de aslında Allah’ı inkar etmiyordu. Hatta (yaratmak, rızık vermek ve öldürmek gibi) Allah’a mahsus sıfatları da putlara vermiyorlardı. Kur’an-ı Kerim onlardan şöyle söz ediyor: «Biz onlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, diyorlar»[9]«Kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!” diyorlar.»[10] bugünkü toplum da hemen hemen aynı şeyleri sölüyor. Hiçbir tarikatçı, «ben Şeyh Efendi Hazretlerine tapıyorum» demiyor. Keza -ilk Kemalistler hariç- bugün hemen hiçbir Kemalist, «ben Mustaf Kemale tapıyorum» demez. Fakat bunların hepsi de aynen Mekke müşrikleri gibi Allah’a gösterilmesi gereken saygı şekillerinin aynısını ilahlarına göstermekten çekinmiyorlar.
Özellikle üç figür vardır ki, insan bunlardan birini, Allah’tan başkası karşısında sergileyemez; kıyam, rüku, sücut… Günümüzün Müslüman müşrikleri –aynen cahiliye dönemdeki müşrikler gibi- bu üç duruşu da canlandırarak ilahları karşısında saygı göstermekten çekinmezler. Keza (Anayasa koyma) hakkını da bizzat kendilerinde bularak cahiliye müşriklerini örnek almışlardır.
[1] Muvahhid: Allah Tealâ’yı birleyen, O’nun birliğine içtenlikle ve şaibesiz olarak inanan -aynı zamanda bu inanışa uygun olarak hayatını düzenleyen- mü’min demektir. Muvahid-mü’min ile Müslüman kişi arasında oldukça önemli inanış ve davranış farkları vardır. Türkiye toplumunun sosyolojisini, kültürünü, özellikle İslam’a bakış açısını ve bu dini ne kadar tanıdığını kavrayabilmek için İslam ile «Müslümanlık» arasındaki uçurumun farkında olmak kadar, Muvahhid (yani mü’min) ile Müslüman kişiliği birbirinden ayıran inanış farklarını ve davranış biçimlerini de bilmek, bir o kadar önem taşır.
Muvahhi-mü’minler, Türkiye’de tevhid hareketini başlatan küçük bir topluluktur. Çok yeni bir gelişme sayılan; Kur’an’ın tanımladığı İslam’ın Türkiye’de farkına varılması olayı, muvahhidlerin başarısıdır. Türkler ve yönettikleri topluluklar tarafından Yüzyıllar boyu birbirine karıştırılan İslam ile Müslümanlık kavramları, -bundan böyle- mü’minler sayesinde artık birbirinden ayırt edilebilecektir. Ancak bu başarı muvahhidler için büyük tehlikeleri davet etmiştir! Nitekim bu iki kavram, Ümmetin icmaı ile ilmî manada tanımlanmadan acele ederek genel bir tekfire yeltenebilecek kimseler, hem kendileri için, hem de Muvahhidler topluluğu için büyük sorunlara kapı aralayacaklardır! Türkiye’de Tevhid hareketinin seyrini ilâhî kader belirleyecektir.
[2] «Kişinin, -ömrü boyunca sergilemek zorunda olduğu- en doğal ve en insancıl davranış biçimlerini belirleyen hayat rejimi»inden amaç: üç ana kategoride özetlenebilen evrensel İslam yasalarıdır.
Bunlardan birincisi: Allah-Kul ilişkisini düzenleyen «İbadet Fıkhı»’dır.
İkincisi: insan ilişkilerini düzenleyen «Muâmelât» yasalarıdır.
Üçüncüsü ise: Ahlâk kurallarıdır.
Bu üç kategorinin kapsadığı yasaların tümüne «İslam Şeriatı» denir. Bu rejime bir bütün olarak inanmak ve onu bir bütün olarak hayata geçirmek, (Kur’an-ı Kerim’in , Casiye Suresi’nin 18’inci âyet-i Kerimesine göre) her mü’min için zorunlu bir görevdir. Müslüman kişi ise bu zorunluluğa inanmaz! İşte İslam ile Müslümanlık arasındaki fark: -Mü’min ile Müslümanı birbirinden ayıran- bu iki aykırı anlayış ve inanış farkından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla İslam’ı ve Müslümanlığı (bazı kayıtlarla) iki ayrı din olarak yorumlamak mümkün gibi görünüyor ise de bu konudaki kararı Ümmetin icmaına bırakmak çok daha uygun olur..
[3] Bu kalabalığın çoğunu Kemalistler ve tarikatçılar oluşturmaktadır. Türkiye’deki tevhid topluluğu, bu tespiti önemsemek durumundadır. Eğer toplumun tamamı -genelleme yapılarak- küfür ya da şirkle suçlanırsa -ki bazı küçük radikal gruplar bu eğilimde olabilir- bu kanaat, en azından büyük bir stratejik hata olur. Nitekim, her ne kadar İslam ve Müslümanlık iki ayrı din görüntüsünü veriyorlarsa da bu nokta her zaman tartışmaya açık kalacaktır.
[4] «Şirk» kavramı hakkında, -Türkiye toplumunda- yaygın bir bilgisizlik vardır. Şirkin, «Allah’a ortak koşmak» anlamına geldiğini belki birçok kimse bilir. Ancak böyle bir inanışın tarihi evrimini, hangi yorumlara konu olduğunu, İslam’ın bu inanış hakkındaki hükmünü, -ayrıca- şirkin Türkiye’de ne kadar ve hangi kisvelerde yayılmış olduğunu, -en önemlisi de- toplumsal hayatı ne kadar etkilediğini, birkaç ciddi araştırmacıdan başka hemen hiç kimse -ne yazık ki- bilmemektedir. Oysa tevhidî hareketin ülkemizde ortaya çıkmasıyla birlikte bu inanışa karşı, -yakın gelecekte- gösterilecek ve gittikçe büyüyecek tepkilerin önemli toplumsal sorunlara kaynaklık edeceğini şimdiden tahmin etmek gerekir. Özellikle şirk, eğer kişisel bir inanış olmaktan çıkarak; karşılıklı insan ilişkilerini doğrudan etkileyen bir hal alır ya da İslam’a ait temel değerlerin çiğnenmesi şeklinde dışa vurulacak olursa bu sorun -hiç şüphesiz- çok daha büyüyecektir.
Örneğin muvahhid bir mü’min vatandaş eğer heykel, bayrak, anıt mezar, katafalk, türbe veya mumya gibi fani bir cisim karşısında veya şehit ruhu ve milli marş gibi bir bahane ile saygı duruşunda bulunmaya zorlanacak olursa bu istek, en şiddetli derecede tepki ile karşılanacaktır. Eğer böyle bir istek, zorla ve emirle yaptırılmaya kalkışılacak olursa bunun ne gibi olaylara yol açacağını özellikle siyasi kadrolar, -yakın geleceğin gelişmelerini hesaba katarak- şimdiden tahmin etmelidirler. Bunlardan çok tehlikeli bir nokta daha vardır ki şirk işlerken -Müşrik kişinin veya topluluğun- bilinçli olarak İslam’a ait dokunulmaz bir değeri çiğnemesidir. Örneğin; İslam’a göre Müşrik insan özgürdür, istediği puta tapabilir, istediği şekilde ibadet edebilir; ancak hem putuna tapınmak, hem aynı zamanda İslam’a ait bir ibadeti icra ederek Mü’min gibi gözükmek hakkına asla sahip değildir! Hal böyle olunca eğer müşrik insan -niyeti ne olursa olsun- hem kendi dininde ibadet eder hem aynı zamanda İslam’a ait bir ibadeti icra ederse bu kimse mü’minler tarafından en şiddetli cezaya çarptırılmayı hak eder. İşte müşrik kişi ya da şirk ortamını destekleyen siyasilerin, tarikatçıların, aynı zamanda kendilerini kanun koyucu olarak gören müşriklerin -böyle tehlikeli bir davranışta bulunarak, toplumsal huzuru bozmamak için- bu noktaya -bundan böyle- çok dikkat etmeleri gerekir!
[5] Dr. Hasan Küçük, Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri: Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri. Türdav Bs. Yy. Ltd. Şti. İstanbul-1976.
[6] Bk. El-Haşr Suresi, âyet/7.
[7] Başta Nakşibendilik olmak üzere İslam tarihi boyunca 300’den fazla tarikat kurulmuştur. Maliki, Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Zahiri gibi ümmetin cumhuru tarafından kabul görmüş mezheplerden başka -Özellikle Şiilik şemsiyesi altında- çeşitli mezhepler kurulmuştur. Ayrıca Dürzilik, İsmaililik, Nusayrilik, Babilik, Kadyanilik ve Bahalilik gibi dinler kurulmuştur.
[8] (Bk.Ruhul-Furkan, Cilt:2, Sayfa:74). «Pontuslu Nakşibendiler» Grubunu yönlendiren bir ekip tarafından yıllardır yayınlanan bu kitaptaki yorumlara, Türkiye’de milyonlarca kişinin güvenip inandığı sanılmaktadır. Diyanet İşleri başkanlığı tarafından bu kitaptaki yorumlar hakkında şimdiye kadar herhangi bir uyarı yapılmamış olduğuna göre sözü edilen yorumların çok geniş bir çevrede kabul gördüğü varsayılabilir.
[10] Yûnus Suresi, âyet/18
Diyorlar ki; Bu ümmete vahdet lazım. Diyorum ki; Vahdet için evvela TEVHİD lazım.
**************************************************************
CÜNEYT BAĞDADİ**HALLACI MANSUR.!
Cüneydın evi Bağdatlı ve başka kentlerden gelen sufılerin toplanma yeriydi İpek tüccarlığından edindiği söylenen buyuk geliriyle hem geçimini sağlar hem de birçok fakır sufıye yardımda bulunurdu Bu arada 'Tanrı aşkı' konusunda yoğunlaşan düşüncelerini çevresinde toplananlara yayardı
Gulam Halil, ‘Tanrı aşkı’ görüşüne karşı çıktığından, halife üzerine yaptığı baskıyla Cüneyd ve yandaşları hakkında kovuşturma açtırdı
Yaşadığı dönemde tevhid (Tanrı nın birliği) sorunu bütün akımlar ve özellikle Mutezile akımı arasında tartışılan bir konuydu Mutezile tevhidi akıl yoluyla bulmaya çalışırken, sufiler onun his ve ilham yoluyla bulunabileceğine inanıyorlardı
Cüneyd ın savunduğu düşünceye göre, Tanrı akılla kavranamaz, akıl ancak sonlu olan nesneleri algılayabilir Tanrı ise sonsuzdur, aklın kavrayış gücünü aşar Ote yandan Tanrı 'madde' olmadığından, mantık yoluyla da bilinemez
Akıl tanrısal ışıkla aydınlandığı zaman. Tanrı yı kavrama olanağı doğar, bu da kişinin Özünu Tanrı ya vermesiyle olabilir
Cüneyd ın tanınmış öğrencileri arasında, fıkıh bilgini Cüreyri ünlü sufı Şıbli. hadis bilgini Basralı Ibnul-Arabi ve düşuncelerinden oturu öldürülan Hallac-ı Mansur sayılabilir
************************************************************************************
DÜNYA OLDU BİR KÖY, EY İNSANOĞLU HEDEFİNİ İSTİKAMETİNİ BELİRLE.
BU ÖZELLİK,KİŞİNİN OLAYLARA BAKIŞ AÇISINI BELİRLEMEK İÇİN BİR ÖLÇÜDÜR.
YanıtlaSilKişi bir şeyi anlatırken anlattığı olay kişinin hoşuna giderse,onaylarsa, o olayı öve öve anlatır.Hoşuna gitmezse yere yere anlatır.(Bu hal bütün insanlarda vardır.İnsan eşya olduğundan eşyadaki bir özelliktir.)
O zaman kişinin övdüğü kişi açık delillerle kafir ise,öven kişide onu onaylayan kişide kafir olur.
Bilerek veya bilmeyerek fark etmez cezası aynıdır.
(örnek.Trafikte cezalı hususu ihlal ettiğin zaman bilmiyordum demen seni cezadan muaf kılmadığı gibi.)
Şirk'ide Allah affetmiyor.(Bilmek mecburiyetindesin)
Muhammed.30
A'raf.30**Çünkü onlar; Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dostlar edindiler. Ve onlar; kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.
zuhruf.37**O şeytanlar bunları doğru yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar.
http://huseyinsas.blogspot.nl/2016/08/insandaki-halleresyadaki-ozellikler-den_16.html
https://www.youtube.com/watch?v=cF7O4M18Wrw&list=PLr342JFErS74wTAKOa6WqzcN2SMX7Hgu4&index=7
https://www.youtube.com/watch?v=9X0J75vwQ5o
ALLAH HİÇ BİR ŞEYE BENZEMEZ.BÜTÜN NOKSAN SIFATLARDAN MÜNEZZEHTİR.
YanıtlaSil****************************************************************************************************
CENNET GARANTİSİ OLAN SÖZ.
***************************************
Cenneti kazanmak onay ve red meselesidir.
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/cennet-garanti-belgesi.html
Ben zaten cennetliğim...Kesin deliller ile
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/07/ben-saten-cennetligimkesin-deliller-ile.html
Bu tarifin dışıda kalan kişi LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDİN RESULALLAH Demiş olmuyor.
sadece LA İLAHE İLLALLAH DEMİŞ OLUYOR.Bu sözü kafirlerde söylüyor.
Not.Ahirette Amelde cahillik Mazeret olarak gecer ama itikatta cahillik mazeret olarak gecmez.)
http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2014/10/muslumanlarin-ve-kafirlerin-allah.html
BİR İNSANIN BU DÜNYAYA GELİŞ GAYESİ İÇİN TAKİP EDECEĞİ İSTİKAMET
https://www.youtube.com/watch?v=lVItMts1Z3w
LA İLAHE İLLALLAH DİYEN CENNETE GİRER...AÇIKLAMASI.
http://bredaholland.blogspot.nl/2017/11/aeinstein-bize-akl-ermez-gelen-gercekte_1.html
Allah’tan başka tüm varlıklar yok iken sonradan var edilmiş varlıklardır. İnsan aklı sonradan oluşmuş bu üç boyutlu varlıkları algılayabilmekle sınırlıdır. Yüce Allah ise her bakımdan sınırsız; (Buradanda şu kaide oluşmaktadır.SINIRLI BİR ŞEY SINIRSIZ OLANI KAPSAMAZ.)
İnsanın kalkınması için külli fikre ve fikri kaideye ihtiyacı vardır…Bu fikir veya fikri kaide, eşya hakkındaki mefhumları verir…
Eşya hakkındaki mefhumlar, insanın davranışlarını düzenler
http://meerstr11.blogspot.nl/2017/01/rasidi-hilafet-istiyorum-kaideler-ve.html
Muvahhidler[1] -başta, kalıcı bir dünya barışı olmak üzere, insanın mutlu ve saygın yaşayabilmesi için muhtaç olduğu her şeyi ve gerekli ortamı sağlayacak- evrensel bir hayat rejiminin ancak tevhid temeli üzerinde kurulabileceğine inanmaktadırlar. Müslümanlar ise buna -kendi tarihlerinde- hiçbir zaman inanmamış, bundan sonra da -büyük ihtimalle- inanmamakta direneceklerdir.
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/tevhid-nediralim-dedikleri.html
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
“Kuşkusuz, Allah hiçbir toplumun durumunu, onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe değiştirmez.”(Rad 11)
Not.Kişinin kendisinde bulunan eski fakat yanlış olan bilginin,Yeni duyduğu doğru bilgiyi HAZMETME si zordur.Süt içen bebeğe yemek sunulması gibi.
Hatalı olmayan alim yoktur.Bizim dikkate alacağımız İslami akide konusu.Allâh, senin hakikatindir, özündür, varlığındır.
***Sözü çok tehlikelidir.Yanlıştır.**
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=313021395815935&id=100013242319421
http://www.istekuran.com/index.php/22-ihlas-ictenlik-suresi
Ağırbaşlılıkla eşanlamlı tutulmaması gereken vakar, çok yönlü içeriği itibariyle mükemmel bir şahsiyetin tecellisidir. Temkin, teenni, sabır, tevazu ve daha birçok erdemin ancak birlikte ifade edebileceği vakarın, bugünkü Türkçede (ve bir tek kelime ile) isabetli ve doyurucu bir tarifini yapmak çok güçtür. Ayrıca, Kur’ân ve Sünnet temelli bir imanın yansıması olan vakarın, mü’minden başka birinin kişiliğinde tecelli etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla İslâm’dan başka dine mensup bir kimsenin (ne kadar bilgili ve kültürlü, ne kadar olgun ve ağırbaşlı olursa olsun) vakur bir duruş sergilemesi hemen hemen imkânsızdır. Nitekim bu nedenledir ki Müslümanlar bu sıfatı tanımazlar; birinde belirtilerini gördüklerinde ise onu sevimsiz bulur, kendisine karşıt duygularla bakarlar. Onun için bir mü’minle dostluk kuramaz, onun tutarlı duruşu karşısında ezilir, açıklamalarını anlamakta zorluk çeker ve özellikle bir İslâm âliminin verdiği evrensel mesajlara katlanamazlar.
YanıtlaSil***
Tevhid nedir***Alim dedikleri...
http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/01/tevhid-nediralim-dedikleri.html
İslam âleminin görmek, anlamak ve itiraf etmek istemediği husus budur!
http://bredaholland.blogspot.nl/2017/11/islam-aleminin-gormek-anlamak-ve-itiraf.html
2018.AKLİ DELİL .Allah'ın ilmi yönden ispatı.
http://bredaholland.blogspot.nl/2018/04/tevhit2018.html
Düşün (Fikir, Zihnî Faaliyet.)gerçek olma halidir yaşam ve siz nasıl isterseniz de öyle olacaktır yaşamınız.
https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=431613710623369&id=100013242319421
İslâm Âlimleri vakurdurlar, Ya Müslüman Din Adamları?..
https://www.linkedin.com/pulse/isl%C3%A2m-%C3%A2limleri-vakurdurlar-ya-m%C3%BCsl%C3%BCman-din-adamlar%C4%B1-feriduddin-aydin/
ŞEYTAN, İNSAN VE MÜSLÜMAN KILIĞINA GİREBİLİR…
https://vimeo.com/196939999
Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye. Muhakkak ki ben size O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.
YanıtlaSilSiz in problemin çözümü bende benim problemin çözümü de siz de
Asıl olan. vakıanın eşyadaki özellikleri ile olan ilişkileridir.
https://t.co/PznRxOKmWn https://t.co/fGIGwG4cIc
MÜSLÜMAN DEĞİL İSLÂM OLMAK!
YanıtlaSilFakat Müslümanlığın içyüzünü araştırdıktan ve onu icat edenlerin sırlarını keşfettikten sonra, bunun kesinlikle İslâm'dan başka bir din olduğunu öğrenmiş bulundum.
İslâm ne zaman ve niçin Müslümanlığa dönüştürülmüştür?
https://t.co/Hi7HsbAOya